Bu haftaki yazımda bir zamanlar hayatımızın olmazsa olmazlarından,
teknolojiye ve çağa ayak uydurup sessizce yaşantımızdan kayıp gidiveren,
değerlerimizden bahsetmek istiyorum.
İşte, hayatımızdan sıyrılıp gidiveren, hemen aklıma geliveren
değerlerimizden bazıları…
Bundan 100-150 yıl önce
konaklarda, evlerde, köylerde, kahvehanelerde ocakbaşılar vardı. Hem evi ısıtmak ve hem de ateşinde evdeki
yaşayanların yemekleri yapılırdı. Daha sonraları evlerde sobalar ve kuzineler ile
yüksek ateşe dayanıklı, tuğlalardan yapılan çeşit, çeşit emaye sobalar
evlerimizin ısınması ve yemek, börek ve çörek yapmakta, su kaynatmakta kullandığımız
hayatımızın vazgeçilmezleri olmuştu.
Sanırım 1965 yılıydı,
bir sonbahar günü merhum babam elinde yuvarlak süslü bir kova içinde ilk defa
tanıştığımız bir şey getirdi. Evimizin yeni vazgeçilmezi o gizemli şey meğer gazocağıymış. Yemek yapmak, su
kaynatmak ve çay yapmakta kullanacakmışız. Bu yeni aletin yakıtı gazyağı ve ilk yakışta ocak kafasını
kızdırmak ve arada bir hava yapıp sönmesiyle tekrar yakmak için ispirto gerekiyordu.
Dört ayaklı dışı sarı metalden yapılan bu ocağın üst kısmına gaz
veren memenin tıkanması ile ocak bazen sönüverirdi. Açılması için teneke saplı iğne ile meme zorda
olsa açılırdı. Bu arada söndüğünde tekrar yakmak için bu yeni ocağı gaz deposu
üzerindeki pompasından devamlı pompalarsın ve bir kibritle tekrar gazocağımız
faaliyete geçerdi. Evin taaa dışından duyulan fısırtılarla, o günün yemeği bu
ocak üstünde yapılırdı. Gazocağı
denen bu aletin pabucu çağa ve zamana yenik düşerek,1970 den itibaren tüp gazın
çıkmasıyla, hayatımızdan sessizce kaybolup gidiverdi. Yerini ise çeşit, çeşit
tüp gazlı fırınlar ve set üstü ocaklar alıverdi.
Evlerde annelerimizin ve gelinlik kızların başyardımcısı olan elle
çevrilip ve ayak pedalı yardımı ile çalışan dikiş makineleri vardı. Hazır konfeksiyon giysilerinin hayatımıza
girmesiyle, evlerde gece yarılarına kadar şıkır, şıkır çalışan bu dikiş makinaları
da teknolojiye yenik düşüverdi. Hâlbuki dikiş makinaları yeni evlenecek
gelinlik kızların çeyizinin olmazsa olmazıydı.
Bugün adeta bizleri ve çocuklarımızı esir alan gazlı kola ve
gazozlar şu an evlerin vazgeçilmezi. Bundan
50 – 60 yıl önce şehrimizde dört, beş mahallemiz üretilen Ferah, Şifa, Hayat gibi yerli üretim gazozlarımız vardı. Bilhassa
Mayıs ve Haziran la birlikte yazın bağ, bahçe ve kırlardan topladığımız ve
annelerimizin limontuzu katarak yaptığı kırmızı Gelincik Yaprağı ve Gül Yaprağından yapılan doğal ev yapımı
şuruplarımız, pencere ve balkonları süslerdi demlensin, rengi çıksın diye.
Yazın o sıcak günlerinde serinlemek için misafirlere ikram olunurdu.
Evde başı ağrıyan dişi ağrıyan varsa hemen mahalle bakkalından Aspirin, Gripin ve Opon ’a müracaat
ederdi. Karnı ağrıyanlar için kırlardan topladığımız Ayva Danesi iyi bir bitkisel ilaçtı. Ha birde ev halkından
birisinde ve evde nazar varsa, Üzerlik
Otu kömür tavası içinde sobadan alınan ateş közü ile yakılır ve türsü
yapılırdı. Evin tüm odalarına bu tütsü dolaştırılır ve haneden nazara uğrayan
kişiye dumanı koklatılırdı.
Bizim çocukluğumuzda şehirde iki hastane vardı. Devlet hastanesi,
Verem hastanesi ve kadın doğum hastanesi üçü de aynı yerdeydi. Hepsine devlet
hastanesi denirdi. Sanırım 1968 den sonra da işçilere ait S.S.K. hastanesi
açıldı
Hastanelerimizde bembeyaz giysileri ve başlarındaki kepleri ile
hastaya huzur ve rahatlık veren hemşirelerimiz vardı. Hastane koridorlarında
sessizliği simgeleyen “beyaz giysili
hemşire işaret parmağı ilesus”
diye sessizlik işareti yapan çerçeveli resimler vardı. Kime zararı olduysa bu
huzur veren tablolar da hastanelerimizden depolara kaldırıldı.
Yaklaşık
yedi bin yıllık bir medeniyet coğrafyasının merkezinde yer alan Kütahya’nın
yetiştirdiği önemli müzisyenlerden biridir Gomidas Vartabet. Gerçek adı Sogomon
Sogomonyan olan sanatçı ve müzisyen Gomidas Vartabet [Komitas Vardapet], 1869
yılı sonbaharında müzisyen bir ailenin ilk çocuğu olarak Kütahya’da doğdu.
Annesi halı dokumacısı ve müzisyen, babası bestekâr ve halk ozanı bir
kavaf/ayakkabıcıydı. Evleri Karagöz Camisi karşısı Saray Fırını’nın bir sokak
yukarısındaydı.
Bir yaşında annesi Takuhi’yi kaybetti. İlköğrenimini Kütahya’da tamamladı. Türkçe bilen ve Türkçe konuşan bir ailenin çocuğuydu. Sesi çok güzeldi ve babasından halk müziği eğitimi alıyordu ama on bir yaşında babası Kevork’u da kaybetti. Bursa’ya dedesinin yanına gitti ama bir süre sonra Kütahya’ya döndü.
Piyano çalan Gomidas, yanındaki kişilerin kim olduğu kayıtlarda geçmiyor.
Gomidas,
on iki yaşındayken 1881 yılında özellikle dini müzik eğitimi veren ve Ermeni
Kilisesi’nin merkezi olan Erivan Ecmiyadzin Ruhban Okulu’nun müzik eğitimi
sınavını birincilikle burslu olarak kazandı. Bir yandan dini eğitim, bir yandan
müzik eğitimi almaya başladı. Türkçe dışında dil bilmemesine rağmen sesi güzel
ve alanında çok başarılı olduğu için bu kuruma kabul edildi ama Türkçe
konuştuğu için bu okulda yalnızlık içerisinde okudu.
1890 yılında bu okuldan papaz yardımcısı olarak mezun oldu. Yüksek eğitimine devam etti ve 1983 yılında Vartabet [Bekâr Rahip] unvanıyla dini eğitimini tamamladı. Adını, kilise geleneğine göre yedinci yüzyılda yaşamış Ermeni halk ozanı Gomidas’a atfen değiştirdi. Aynı okulda müzik öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Türk ve Ermeni müziği konusunda araştırmalar yaptı.
Gomidas”ın okuduğu ezan da kayıtlara işte böyle geçmiş
Gomidas, 1896 yılında müzik üzerine kariyer yapmak üzere Berlin Konservatuvarı’na gönderildi. Berlin’de önemli müzik adamlarından eğitim aldı. Kurduğu koronun şefliğini yaptı ve Paris’te çok sesli müzik çalışmalarında bulundu. Gösterdiği başarı üzerine öğrenci olmasına rağmen Uluslararası Müzik Cemiyeti’ne kabul edildi. Ermeni ayinlerinde okunan ve Badarak/Kurban-Son Akşam Yemeği adı verilen on ilahinin ana melodisi Gomidas’ın bestesidir. 1895 yılında Ağın ve daha sonra Arabkir [ Erivan’ın İlçesi] ezgileri yayımladı.
Gomidas, bir beste çalışması sırasında kaydedilmiş fotosunda görülüyor.
1899
yılında Berlin’de devam ettiği Kaiser Friedrich Wilhelm Üniversitesi’nden
Müzikoloji Doktoru olarak mezun oldu ve kariyerini tamamladı. Avrupa, Mısır ve
Anadolu’da seminerler verdi ve orkestralar yönetti. 1903 yılında elli şarkılık
bir ezgiyi Binbir Şarkı adıyla kitaplaştırdı. Bir süre sonra Erivan’a döndü ve
Ermeni halk şarkıları üzerine araştırmalarına devam etti. 1906 yılına kadar
Ecmiyadzin Ruhban Okulu’nda müzik öğretmeni olarak çalıştı. Bu yıllarda Paris,
Brüksel ve Londra’da klasik konserler verdi.
Vartabet
Gomidas, 1910 yılı baharında İstanbul’a yerleşti. Türk müziği üzerine yaptığı
araştırmalarla İstanbul’da da büyük bir saygınlık kazandı. Üç yüz kişiden
oluşan Gusan Korosu’nu kurdu. İzmir ve Hatay başta olmak üzere çeşitli
şehirlerde konserler verdi. Anadolu ve Ermeni halk müziği üzerine derlemeler
yaptı. 1910-1915 yılları arasında Afyon Eskişehir ve Bursa’yı ziyaret ettiği ve
özellikle yaz aylarında memleketi Kütahya’ya gelerek tatilini burada geçirdiği
ve yerel türkülerden derlemeler yaptığı bilinmektedir.
1912-1915
yılları arasında İstanbul Türk Ocağı’nda müzik dersleri vererek yüzlerce
öğrenci yetiştirdi. Marşımızın orkestra düzenlemesini yapan Edgar Manas,
Gomidas’ın öğrencisidir.
Gomidas;
Şehzâde Abdülmecit Efendi, Enver Paşa, Talat Paşa, Halide Edip, Hamdullah
Suphi, Yahya Kemal ve Mehmet Emin Yurdakul gibi devlet adamı, şair ve
yazarların huzurunda konserler verdi. İstanbul’daki beşli senfoni icra eden ilk
müzisyenin Gomidas olduğu söylenmektedir. 1912 yılında Harp Okulu’nda Trablus
gazileri için düzenlenen yardım konserine katıldı ve Türkçe eserler okudu.
Gomidas,
müzik camiasında etnomüzikolog, kompozitör, şarkıcı ve koro şefi olarak iyi bir
müzisyen olarak kabul görmüştür. Ermeni klasik müziğinin kurucularındandır. Üç
bin civarında Ermeni halk şarkısı ve enstrümental derlediği, eserlerinden bin
ikiyüz kadarının günümüze ulaştığı kabul edilmektedir.
Hamparsum
notasıyla kaleme aldığı ve çok sesli olarak besteleyip büyük çoğunluğunu
seslendirdiği söylenen Anadolu’ya ait Türkçe eserler hakkında radyo ve
televizyonlarımızda Gomidas adıyla bir icraya rastlanmasa ve hangi türküleri
derlediği kaynaklara dayalı olarak ispatlanamasa da çok sayıda Türk müziği
eserinde izi olduğu bilinmektedir.
Ermeni
tehcirinin başlangıcı kabul edilen 24 Nisan 1915 tarihinde İstanbul’da
tutuklanan ikiyüz otuz beş Ermeni entelektüelinden biri de Gomidas’tır.
Tutuklanarak Çankırı’ya gönderilen Gomidas, Halide Edip ve özellikle Mehmet
Emin gibi Türk Milliyetçisi sanatçıların girişimleri üzerine yanlış yaptığını
kabul eden İttihad ve Terakki Hükümeti tarafından sekiz Ermeni sanatçıyla
birlikte 7 Mayıs’ta serbest bırakılır ve İstanbul’a döner.
Aynı
tarihlerde Kütahya’da tutuklanmak istenen akrabaları ve yaklaşık bin Ermeni
ailesi, İtttihadçıların her türlü baskısına rağmen Süleyman Nazif’in kardeşi
olan Kütahya Mutasarrıfı/Valisi Şair Faik Ali Ozansoy tarafından korunmuştur.
Ali
Faik Ozansoy Bey, Ermenilerin tehciri için İttihatçılar baskı yapınca Talat
Paşa’ya istifa edeceğini söyler. Ali Faik Bey, Talat Paşa’nın güvendiği bir
yönetici olduğu için istifası kabul edilmez. Talat Paşa “Al Ermenilerini de
yerinde otur” der. Bunun üzerine Kütahya Ermenilerine dokunulmaz. Ermeni
olayları yatıştıktan sonra başlarına bir bela gelmeyen Kütahyalı Ermeni
aileler, Kütahya Ermeni Kilisesi’ne Faik Ali Bey için bir şükran plaketi koymuş
ve sonraki yıllarda Kütahya’yı terk etmişlerdir.
Gomidas,
7 Mayıs’ta Çankırı’dan İstanbul’a dönünce yurt dışına gitmez. Eğer başına bir
şey geleceğini hissetseydi İstanbul’da kalmaz, yurt dışına giderdi ama o
İstanbul’da yaşamaya devam etti. Yaşadığı olaylardan etkilense de hayatını ve
müzik çalışmalarını sürdürdü. 1916 yılında sinir hastalığına yakalandı.
Şişli’deki Fransız La Paix Hastanesine yatırıldı.
Gomidas,
Başhekim Mazhar Osman tarafından bir süre tedavi görür. Tamamıyla iyileşemez
ama çalışmalarına devam eder. Bir süre tedavi için 1917 yılında Fransa’ya gider
gelir. Kendisinin istememesine ve Mazhar Osman’a güvenmesine rağmen 1919
yılında Paris’ten Konferans daveti almış yalanıyla dönmemek üzere Fransa’ya
gönderilir.
Bu
tarihten sonra gelişen hayatı hakkında bilgimiz sınırlıdır. 1915 yılında
yaşadıklarının etkisiyle çevresiyle bir iletişim kuramadığı ve tam olarak
iyileşemediği için müzik adına bir şey üretemediği söylense de 1915-1919
arasında durumunun iyi olması bu görüşü şüpheli kılmaktadır.
Gomidas,
Fransa’da Sinir/Şizofreni ve Frengi gibi hastalıklarla uzun yıllar mücadele
eder. Aslında Paris hayatı halen karanlıktır ve gizemini korumaktadır. Vartabet
Gomidas, yaşadığı hastalıklardan kurtulamayarak 1935 yılında vefat etti.
Cenazesi Ermenistan’da toprağa verilmiştir.
Türkiye’de
Gomidas adı 2003 yılında Fransa’da heykelinin açılmasıyla tekrar hatırlandı ve
ön plana çıktı. Dünya politikasına yön veren güçler, Türkiye’ye Kütahyalı
Gomidas’ın Paris Saint nehri kıyısında açtıkları altı metre yüksekliğindeki
heykeli üzerinden yön vermeye başladılar.
Gomidas
her yönüyle Kütahya kültürü içinde yetişmiştir. Eğitimine burada başlamış,
dönemin fakir ve kötü hayat şartlarını yaşamış, özellikle yetim olduğu için
Kütahya’dan ayrılmak zorunda kalmış, gittiği yerlerde ve okullarda Türkiye’den
geldiği ve Türkçe bildiği için ezilmiş ve yalnız kalmıştır. Çağdaş Senfoni
üzerinde çalıştığı için Ermeni kilisesiyle çeşitli çatışmalar yaşamış ve zor
günler geçirmiştir.
Kütahyalı Gomidas
politik tartışmalar dışına alınmalı ve sanatıyla ön plana çıkarılmalıdır. Halk
şiirimizde yer alan Ermeni kökenli yüz kırk aşuğ/âşık, klasik sanat müziğimizde
besteci ve yorumcu olarak yer alan altmış civarında Ermeni sanatçı gibi
Kütahyalı Gomidas da müzik adamı olarak anılmalı, Kütahya kültür ve sanatına
müzik yönüyle katkılar sağlamalıdır.
Ne demek bu cümle? Deyiverseydi ya Bozkırın Tezenesi bunun
ne olduğunu.
Neşet Ertaş hapse düştüğünde, Yaşar Kemal’in yolladığı
imzalı İnce Memed kitabının girişine yazdığı notta aynen bu yazıyordu:
“Bozkırın Tezenesine selam olsun, geçmiş olsun…” Bu
ismi ilk kez Yaşar Kemal kullanmıştır Neşet Ertaş için…
Sâdık bir âşık diye bildiğimiz Neşet Ertaş’ı o yanık
türkülerinden tanıdık. “Evvelim sen oldun, ahirim sensin”
derken de ne dediğini anlayamasak da hep gözyaşı ile suladık ezgilerinin
üstünü.
Şimdilerde yeşermeye başladı gözyaşı ile suladığımız düşünce
tohumları. Teknoloji ilerledikçe Neşet Ertaş’ın bize ne anlattığını çözmeye
başlamak daha bir rahat oluyor.
Mercan Dede isimli müzisyenin bir albümünde “Gel
dedi Sultanımız geldik işte” sözü geliyor aklıma. Oradan da Neşet
Ertaş’ın “Dost elinden gel olmazsa varılmaz” sözü çınlıyor
kulağımda.
Sonra da “Sahaflar Şeyhi” diye bilinen Muzaffer
Ozak efendinin, “Nereden geldiğini, nerede olduğunu ve nereye varacağını
sorgulamak lazım” öğüdüne doğru döndürüyorum yüzümü.
Kütahyalıların “Dumlu Hoca” diye bildiği
Mehmet Dumlu efendinin, “yiyip içip yatmak insanlık olmamalı.
Onu, şu bizim dört ayaklılar da yapıyor.” buyurduğu âbide sözleri
de duyuyor gibiyim.
Aristoteles’e göre bütün insanlar bilmek ister. Ama insan
olanlar…
Sokrates’in “Kâinatta tesadüf yoktur”
cümlesi ile Neşet Ertaş’ın “Dost elinden gel olmazsa
varılmaz” cümlesi, derince düşünüldüğünde aynı anlam sokağında
buluşuyormuş, öyle duyduk.
Sonuç; Dost bize “gel” demiş ve bu demde
insan vücudunu bize lâyık görmüşse, kısa bir süre sonra da “dön” deyip
kendinden kendine bizi seyahat ettirecekse, bizim yapacağımız tek şey şudur. İnsan
olabilmek.
Fiziki olarak insan olmuşuz, tamam da düşüncemizde hayvanlık
varsa olur mu bu dönüş? Nasıl olacak? Dost eline vardığımızda Dostun yüzüne
nasıl bakacağız?
Hırslar, şehvetler, kinler, nefretler, kavgalar ve
yalanlarla dost eline varamazmışız, öyle diyorlar. Büyüklerin anlattığına göre
hayvandan aşağı huylarmış bunlar aslında. İnsan kalıbına girmiş, düşünme ve
anlama yeteneği verilmiş bizler, yukarıda saydığım olumsuz huylar ile Sultanın karşısına
nasıl çıkarız?
Bizim Ahmet Tezcan ağabey olsaydı yazıyı şöyle tamamlardı
herhalde.
Kütahyalı iş insanı, sevgili ağabeyimiz Mete Tetik’e
ziyarete gittik. Bizi Yoncalı’daki Gülümser Hatun Termal Otel’de kabul etti.
Yaklaşık 45 dakikalık sohbetimizde konu hep Kütahya’nın gelişimi üzerinde
seyretti.
Barselona’ya gittiğini ve orada turizm adına yapılanları görünce hayretler için kalıp imrendiğini söyleyen Mete Tetik, Katalanların artık turist görmek istemeyecek kadar bıktığından bahsetti. Yaşayanların büyük bir bölümü zenginleşmiş olan Berselona’yı mutlaka görmemiz gerektiğini belirterek, “Kütahya neden Barselona gibi bir turizm şehri olmasın” diye de sordu.
Yazımın başlığındaki bir diğer il Gaziantep… Gaziantep Valiliği ve Gaziantep Büyükşehir Belediyesi, hediyelik ürünlerini şehirdeki bakır imalatçılarından alarak hem üreticiye destek oluyor hem de Gaziantep hatırası olarak verilen hediyeyi tüm ülkeye hatta dünyaya tanıtmış oluyor. Bu izlenimini anlatan Mete Tetik, Kütahya’da da bu gibi bir çalışma ile üreticilere katkı sağlanmış olacağını düşünüyor.
Şehir kimliğinin en önemli faktörleri arasında olan Kütahyaspor
ve tarihi Kütahya Lisesi’ni her platformda dile getiren Kütahyalı sanayici iş
insanı Mete Tetik, “Kütahya’dan hiç bir şey olmaz” sözünü
söyleyenlere de çok fazla kızdığını belirtiyor.
Kütahya’nın tarihinin binlerce yıl geriye gittiğinden dem
vuran Tetik, TRT 2 kanalı için hazırlanan Gülümser Hatun Belgeseli ile tanıtıma
bir katkı sunulacağını belirterek “bizim bu gibi çalışmaları çok
artırmamız lazım. Kütahya bir hazine üzerinde oturuyor ama farkında değil”
diyerek dikkatimizi bu yöne çekti.
Sultan Veled Hazretlerinin Kütahya Gazeli hakkında da konuşan
Mete Tetik ağabey, son olarak bize otelin hamam ve havuzlarının atık suları ile
neler yaptığını gösterince ağzımız açık kaldı.
Hamam ve havuzlardan çıkan atık termal su önce bir süs
havuzu içine dökülüyor. Herkesin “bu su içinde yaşamaz bu balıklar”
dediği balıkları da o havuzun içine atmışlar, onlarca balık kocaman olmuş hatta
yavruları bile olmuş. Atık su buradan seraya gidip orada organik sebze ve
meyvelerin yetişmesini kolaylaştırıyor. Bitti mi? Tabii ki hayır, seradan çıkan
atık su daha sonra da çevredeki yüzlerce ağacın sulanmasında kullanılıyor.
Lafın özü şu; bir damla su bile israf edilmeden hem de çok güzel bir şekilde
değerlendiriliyor.
Milyonlarca dolarlık yatırımı memleketi Kütahya’ya yapan,
Kütahya’nın gelişimi için gece gündüz fikir yürüten, çalışmayı adeta bir ibadet
olarak gören sevgili ağabeyimiz Mete Tetik bey ve arkadaşlarını kutlamak bile
az gelir.
Kütahya’nın senden öğreneceği çok şey var Mete Tetik…
Sevgiyle kalın…
SULTAN VELED’İN KÜTAHYA GAZELİ
Kütahya’da bir ay kalana ne mutlu,
İki ay kalacak olursanız, daha fazla müstefid ve münfeyiz olursunuz.
Ahmet Tezcan ağabeyle ne zaman oturup muhabbet bağına otursak, Rıza Baba ve Gönül Dağı’ndaki bahçesini konuşuruz.
Önceki gün Ayvalık’a yolumuzu düşürüp sosyal mesafesi olan
ama gönül mesafesi hiç olmayan bir ziyarette yine Rıza Baba adlı bahçevanın
Gönül Dağı’ndaki bahçesindeki gülleri dermeye çalıştık.
Yıllardır tanırım Ahmet Tezcan ağabeyi, lafı illa döndürür
dolaştırır Rıza kavramına getirir. Yine öyle de yaptı ve bize Rıza bahçesinden
derdiği güllerden ikram etti.
Rızasız bahçeden gül dermeye alışan toplumun acısını
çektiğimiz şu günlerde, kabahati kendinde aramak gerektiğini düşündüren bu
yazıyı Rıza kavramı üzerinde durarak defalarca okumak lazım.
Neşet Ertaş’ın 30 küsur sene önceden beri dillendirdiği
“Rızasız bahçanın gülü derilmez” sözlerini sık sık hatırlatan Ahmet
Tezcan’dan kaptığım en güzel tavsiye de şu oldu: “Beklenti ne kadar çok
olursa, ilişkilerin süresi o kadar kısa oluyor. Beklenti içinde nefs vardır,
benlik vardır. Aman dikkat!”
Rıza Baba tarafından özenle büyütülen güllerin mis gibi
kokularını alabilmek umuduyla…
Gazeteci – Yazar Mehmet Yaylıoğlu’nun kaleme aldığı köşe yazısı…
Dün Tavşanlı’dan bir haber düştü ajanslara. Kız isteme
merasimi sırasında bir araya gelen insanlar, birbirine koronavirüs bulaştırmış.
Muradınıza erdiniz belki, mutlu bir yuvanın ilk temelini de
atmış olabilirsiniz. Hepsine eyvallah da aylardır bağım bağım bağıran Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca’yı kâle mi almadınız?
Korkmuyorsunuz anladım fakat başka insanları neden riske
atıyorsunuz? Yüzlerce sağlık çalışanı can verdi bu virüs nedeniyle. Sadece
Türkiye’de 5 bine yakın insanımızı toprağın altına bırakıp geldik. Hatta
bazılarının cenaze namazı dahi kılınmadan apar topar tabutla mezara girdiler.
Sosyal mesafe, maske ve hijyen kuralına da uymadığınız
ortada. Bari bu kurallar dahilinde isteseydiniz kızımızı. En azından bulaş
riskini biraz daha aşağıya çekmiş olurdunuz.
Şimdi; Allah korusun hastalığın bulaştığı 9 kişiden sadece
1’i ölse ne yapacaksınız?
Konuya en somut örnek bu olduğu için Tavşanlı’daki kız
isteme merasimini ele aldım. Aslında her yerimiz örnekler ile dopdolu. Kütahya
merkezde ara sokaklara girseniz, 8-10 gencin el ele, diz dize, kol kola ve
hatta yanak yanağa olduğuna şahit olursunuz.
Böyle oturan gençleri gördüm dün, yanlarına yaklaşıp
“gençler sosyal mesafeye dikkat. Yarından itibaren maskesiz gezene de 900
TL ceza var” desem de istiflerini bozmadılar. İstif diyorum çünkü
hakikaten duvara bir kuş sürüsü gibi tünemişler, dip dibe oturuyorlardı.
Başlıkta da belirttiğim üzere, katiyen anlamıyoruz. Korku
falan da yok, nezle ya da sıradan bir grip salgını sanıyoruz.
Böyle sananlara entübedeki ya da yoğun bakımdaki
hastalarımızı izletmek lazım. Allah göstermesin ama çok korkunç bir durumdalar.
İl Hıfzıssıhha Kurulu üyelerine sesleniyorum. Lütfen belli aralıklarla Kütahya ve ilçelerimizdeki durumu resmi olarak siz açıklayın. Kuruldan bir açıklama gelmediği için gazeteciler olarak bizler halkı bu konuda bilgilendiremiyoruz. Vaka sayılarının arttığı söyleniyor ama kaç? Ne kadarı entübe, ne kadarı yoğun bakım? Karantinadaki hasta sayısı kaç? Bunları bilsek biraz korkarız ve kurallara daha çok uyarız diye düşünüyorum.
Sağlıklı, mutlu ve huzurlu günler dilerim…
Sevgiyle kalın…
SEVDİĞİM ŞİİRLER
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.
(Halkın gözünde devlet (iktidâr) gibi değerli bir şey yok.
Hâlbuki şu dünyada bir nefes sıhhat gibi devlet (güç)
olamaz.)
Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur,
Olmaya baht ü saâdet dünyede vahdet gibi.
(Saltanat dedikleri sadece bir dünya kavgasıdır.
Dünyada birlik (tevhid) gibi büyük saâdet ve baht açıklığı olamaz.)
Ko bu ayş ü işreti çünkim fenâdur âkıbet,
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya tâat gibi.
(Bu eğlenceyi yeme içmeyi bırak, sonu kötüdür.
Eğer ebedî bir sevgili istiyorsan kulluk gibisi yoktur.)
Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded,
Gelmeye bu şîşe-i çerh içre bir saât gibi.
(Ömrün, kumlar sayısınca sınırsız ve hesapsız olsa bile,
Bu feleğin fanusunda (çıtasında) bir saât gibi bile gelmez.)
Ger huzûr etmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet cihânda kûşe-i uzlet gibi.
(Ey Muhibbî, eğer huzur içinde olmak istersen, ferâgat
sâhibi ol (vazgeç)
Dünyada yalnızlık köşesine çekilmek gibi birlik (tevhid)
olamaz.)
Kanuni Sultan Süleyman Han – Mahlası: “Muhibbi”
NOT: Koyu siyah renkle yazılanlar şiirin 500 yıl önce konuşulan Türkçe ile yazım şeklidir. Aldığım kaynakta her beytin altında günümüz Türkçesi ile açıklama yapılmaya çalışılmıştır. Hakiki anlamı ise ehline mâlumdur efendim.
Sanırım 1995 ya da 1996 yılıydı. O yıllarda, Kütahya’da yerel
yayın yapan Destan TV’de muhabir olarak çalışıyordum. Haber merkezine gelen bir
telefonun ardından Ilıca Kaplıcaları yakınındaki Sırören Köyüne doğru yola
çıktık.
Kameraman arkadaşım ve bendenizi, o yıllardaki Sırören Köyü
Muhtarı Ilıca Kaplıcaları girişinde karşıladı.
Gelelim Sırören Köyüne neden gittiğimize; köye ulaşım çok
zor şartlarda sağlanabiliyor, çamur ve hatta batak haline gelen yoldan
gidebilmek mangal gibi yürek istiyordu. Traktörler ile zor zahmet köye vardık.
Muhtar yolda anlatmıştı da inanmamıştım, “devlet
bizi unuttu beyim” deyip durmuştu.
Gerçekten o yıllardaki Sırören Köyünü, devlet unutmuştu.
Yolu var ama çamur, okulu var ama öğretmeni gelmez, camisi var ama imamı arada
bir uğrar. Bırakın doktoru, sağlık görevlisine bile hasretler.
Tüm bu anlattıklarımı kamerayla kaydettik, söyleşiler
yaptık. Köyün çıkışında tabelanın altına dikildim ve şu anonsu yaptım:
“Sevgili
izleyenler, sanmayın burası bir Yunan köyü, burası özbeöz Türk köyü. Ama
devletimizin çok kıymetli yetkilileri gerçekten bu köy halkının sesini
duymuyor. Unutmuşlar…”
Aklımda kaldığı kadarıyla bunları söylemiştim. O akşam, saat
20.00’deki Destan TV Ana Haber’de yayımlandı. Birkaç saat geçmişti ki bir polis
memuru ev telefonundan bendenize ulaştı. Polis, “Mehmet Bey, lütfen ayrılmayın, Sayın Valimiz Cemalettin Sevim
sizinle görüşecek” dedi.
Vali o saatte beni neden arar? Biri dalga geçiyor sansam da
bekleyiş sırasında gerçek olabileceğini de düşündüm. İncecik sesinden tanıtım,
merhum Vali Cemalettin Sevim:
– Evladım Mehmet. Bir haber yapmışsın, TV’de izledim. Hemen araştırdım, durum dediğin gibi, yarın sabah saatlerinden itibaren tüm kurumlarımızı seferber ettiriyorum. Öğleden sonra da bizzat gidip denetim yapacağım. İstersen seni de götürürüz. Devletin bu ayıbını düzeltmesine de şahit ol”dedi.
Ve ertesi gün Sırören Köyü kelimenin tam anlamı ile ihya
olmuştu. Allah rahmet eylesin, ruhu şâd olsun. Vali Cemalettin Sevim, böylesine
duyarlı bir kişiydi.
Peki, bunu neden anlattım? Önceki, gün İhlas Haber Ajansı
Kütahya temsilcisi, sevgili dostum Hüseyin Efe bir haber yaptı. Ahmetoluğu Köyü
yakınlarındaki çevre kirliliği konusu gündeme getirmişti. Haber yayınlandıktan
kısa bir süre sonra hiç de alışık olmadığımız bir refleks ile Kütahya Valisi
Ali Çelik’i moloz yığınlarının başında gördük. İş makineleri çalışıyor, yanında
bürokratları var. Duruma büyük bir ciddiyet ile el konulmuş.
Yeni Kütahya Valisi Ali Çelik, yaptığı bu davranışla
bendenizi 20-25 yıl gerilere götürdü.
Vali dediğin milletine hizmet için o göreve gelir, sadece
törenlerde, açılışlarda ya da süslü balolarda boy göstermez.
Tebrikler Ali Çelik. Bu davranışınız ile bize umut verdiniz.
Kütahya’nın ihtiyacı olan öncelikli konular; hızlılık, doğru tespitler ve
konulara hakimlik. Birkaç günde gördüğüm kadarıyla yeni valimizde bunlar
fazlasıyla var.
Halkın arasına daha ilk günden karıştı, Ulucami önünde çay bile içildi. Vatandaş kendi yanında gördüğü yöneticisini baş tacı eder. Kendisine hizmet edeni aradan 100 yıl da geçse unutmaz. Örneğin, merhum Fuat Paşa, 100 yıldan fazla olmuş Kütahya’da valilik yapalı ama hala saygı ve minnet ile anılır.
Yolunuz açık olsun Sayın vali…
Sevgiyle kalın…
Sevdiğim cümleler…
Kütahya bir çeyiz sandığı gibidir. Kütahyalılar o çeyiz sandığını herkesten kıskanırlar. Ama artık kıskanma zamanı değil, o çeyiz sandığını açıp tanıtma zamanıdır. MUSTAFA İÇA – Eski Kütahya Belediye Başkanı
Bu sözlerin Kütahya açısından çok iyi değerlendirilmesi ve
dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştım.
Maalesef yaptığım araştırmalar sonunda bu konuyla pek de
fazla ilgilenmediğini görüyorum.
Dünyada sağlık turizmi son 10 yılda hızla gelişmekte. Sağlık
turizmi için seyahat edenlerin sayısı 10 milyonu aştığı ve yıllık 100 milyar dolarlık
bir ciroya ulaştığını görürsek bu konunun nasıl önemli olduğunu belki anlarız.
Termal turizm, medikal SPA, yaşlı ve engelli turizminde
seyahat edenlerin sayısı ve bu alanda dönen ciro tam olarak bilinmemekle
birlikte mevsimlik turizmden sonra üst sıralarda olduğu görülüyor.
Özellikle sağlık turizminin 12 ay boyunca sürdüğü düşünüldüğünde
ekonomi konusunda ne kadar önemli olduğunu anlarız herhalde.
Kütahya’mızın merkezdeki kaplıcalarının yanı sıra birçok
ilçesinde de tedavi özelliği bilimsel olarak tespit edilmiş termal
kaynaklarının değerlendirilmesini neden göremiyoruz acaba?
22., 23. ve 24. dönemde Kütahya Milletvekilliği ve TBMM’de KİT
Komisyonu Başkanlığı yapan HASAN FEHMİ KİNAY kaleme aldı…
Sayın Ali Babacan konuşmak için 10 yıl beklemeli… Zira hala
onun aracılığıyla kurgulanan ekonomik programın oluşturduğu faiz-döviz
sarmalından kurtulamadık. Milli bir programın uygulanması için isteksizliğini
anlayabiliyoruz. Babacan ve sözcülüğünü yaptığı lobilerin anladığı ekonomik
sistem kriz üretmeye devam ediyor ama bunlar farkında değiller.
Bu kibar arkadaşımız Merkez Bankasının morfin gibi
kullanıldığını söylüyor… Türkiye ekonomisini dışa bağımlı hale getirip
morfinleyen aslında kendisi. Unutmuş olabilir ama döneminde o bağımsızlığıyla
övündüğü ve içinden muhalefete milletvekili çıkaran Merkez Bankası’nın
hedeflediği enflasyonun hiçbirini tutturamamıştı.
13 yıl Ekonomiden sorumlu bakanlık yaptınız ve her şey
koşulsuz size emanet edilmişti. İşsizliği % 5’e mi düşürdünüz? İhracatı 500
milyar dolara mı çıkardınız? Asıl ekonomiyi dışa bağımlı hale getiren ve sıcak
para havuzuna morfin taşıyan sizdiniz.
Türkiye ekonomisi dış finansal kaynakla büyüme rekoru kırsa
ne olacak? Ne kadar sürer? Washington uzlaşmasına sadakatinize diyecek yok.
İslam ülkeleriyle ticari ve ekonomik ilişkilerimize ne kadar katkınız
oldu? Batı budalası olabilirsiniz ama
artık devir değişti. Batının çıkmaz sokaklarına sapladığınız ekonomiyi
kurtarmak için çaba sarf edenlere biraz saygılı olun.
Milletin Tayyip Erdoğan’a güvenini ne güzel kullandınız…
Size Teşvik Kanunu çıkarabilmek için yalvarmak zorunda kaldık.
Türkiyeyi yıllarca oyaladınız. Vergi ve sigorta borçlarının yapılandırması
gerektiği halde oralı olmadığınızı da biliyoruz.
Ekonomi yönetimi dar gelirli, çaresiz, hayata tutunmak için
çaba harcayan milyonlar için anlam ifade eder. Siz dış finans baronları için
var oldunuz. Sizin dışarıyla ilişkilerinizi kurgulayan uluslararası finans
baronları elbette kurmuş oldukları tezgâhtan memnunlardı. Yıllarca IMF ile
birlikte Türkiye ekonomisini yönettiniz ve bundan da bir şikâyetiniz yoktu. IMF
istemiyor diye milletin yararına olacak konuların önünde set oldunuz. Zira
Tayyip Erdoğan’ı dolayısıyla milli kalkınma hamlesini kontrol etmenin en iyi
yolu IMF dayatmalarıydı. Bürokratlarınız IMF üzerinden Tayyip Erdoğan’ı
yönetmeye çalıştı. Tabii başaramasalar da yavaşlattılar. Türkiye’yi dış
finansal sömürü araçlarına bağlayarak yönettiğinizi sandınız. Bugün şikâyet
ettiğiniz sorunlar sizin eseriniz. Birçok sektörü dışa bağımlı hale
getirdiğiniz için tabii ki sizi sevecekler.
Sayın Cumhurbaşkanımızın bu hatalarınıza rağmen size hala
değer vermesini de onun vefa duygusuna bağlıyorum.
Yabancı sermaye tutkunluğunuzu biliyoruz. O yüzden
bıraktığınız günden beri sızlanıp duruyorsunuz. Ağzınızdaki baklayı çıkarsanız
da sizi daha iyi duysak. “Birkaç adım sonra müdahaleci ekonomi sınıfına pat
diye düşermişiz.”
Aziz milletim ve ekonomi yönetimi şunu iyi anlamalı; Türkiye
dalgalı kur sistemine girdiğinden beri sıcak para yani faiz çetesinin sömürüsü
altında. Bunların anladığı paradan para kazanmak. Üretim yok. Bunlarla asla
ilgilenmezler. Tarımmış, Sanayiymiş böyle bir dünyaları hiç olmadı. Kredi
bağımlısı olmak dışında önerdikleri bir model yok. İşte hala dışarıdan borç
almaktan bahsediyorlar. Sürdürülebilir bir sistem mi? Asla…
Buradan çağrım; Türkiye kendi ekonomi modelini kurmalıdır.
Bu modelin ayakları faiz,döviz, enflasyon hedeflemesi gibi sanal göstergelere
dayanırsa sorunlarımız çözülmez. Adil gelir dağılımı, verimli yatırım ve
dayanışma ekonomisi tesis edecek yeni bir programı hazırlamalıyız.
Günümüzde, halkın durumunu çok iyi bilen (!), her an onlarla
hem hâl olan yöneticilerimiz var. Onları tenzih ederek bu masalı sizinle
paylaşmak istedik. Buyurunuz…
Bundan yıllar yıllar önce bir ülkenin acayip bir kralı
varmış. Bu kral bir gün, sarayında otururken, pencereden içeri sesler gelmiş.
“Güzel elmalarım vaaaaaar…”
Kral sarayının balkonundan bakmış. Yaşlı biri, at arabasıyla
elma satıyor. Etrafında müşteriler. Kralın canı çekmiş ve baş vezirini çağırmış:
– Al sana 5 altın, koş bana elma al.
Baş vezir, vezirlerden birisini çağırmış:
– Al sana 4 altın, koş elma al.
Vezir saray görevlilerinden birisini çağırmış:
– Al sana 3 altın, koş elma al.
Saray görevlisi muhafız komutanını çağırmış:
– Al sana 2 altın, koş elma al.
Komutan nöbetçiyi çağırmış:
– Al sana 1 altın, koş elma al.
Nöbetçi çıkmış yaşlı ihtiyarı yakasından tutmuş ve “Hey
sen, ne bağırıyorsun? Burası han mı, yoksa saray mı? Defol buradan. Arabana da
elmalara da el koyuyorum” demiş.
Nöbetçi, muhafız komutanına dönmüş ve iyi dalavere çevirdiğini
düşünerek:
– İşte, 1 altına yarım araba elma.
Komutan saray görevlisine dönmüş:
– İşte, 2 altına bir çuval elma.
Saray görevlisi vezire dönmüş:
– İşte, 3 altına bir torba elma.
Vezir, baş vezire dönmüş:
– İşte, 4 altına yarım torba elma.
Baş vezir kralın huzuruna çıkmış:
– İşte, 5 altına beş elma aldım kralım. Aynen emrettiğiniz
gibi.
Kral oturmuş ve şöyle bir düşünmüş, “Beş elma – Beş altın. Bir elma – bir altın ve halk elmalara hücum ediyor. Demek ki vatandaşın durumu çok iyi. Vergileri hemen artırmak lazım…
İnme halk dilinde felç, beyne giden damarlardan birinin
aniden tıkanması sonucu gelişen hasarlanmadır. Dünyada inme, kalp hastalığı ve
kanserden sonra gelen en önemli ölüm nedenlerindendir.Felç, beyin damarlarındaki tıkanma veya kanamaya bağlı ortaya
çıkabilir. Geçirilen 10 felçten yaklaşık 8’i tıkanıklığa bağlı gelişirken diğer
2’si kanamaya bağlı gerçekleşir. Kan akımının olmadığı beyin bölgesinde birkaç
dakika içerisinde hücre ölümü meydana gelecektir. Buna bağlı olarak o bölge
işlevini kaybeder ve hastalarda çeşitli belirtiler ortaya çıkar.
FELÇ GEÇİRDİĞİNİZİ
GÖSTEREN İŞARETLER – BELİRTİLER
Geçici görme bozuklukları, konuşmada bozukluk, anlamsız
konuşma veya sarhoş gibi konuşma. Vücudun bir kısmında ani kuvvet kaybı, yutma
güçlüğü, yüzde, kolda, bacakta uyuşukluk, nedeni bilinmeyen baş ağrısı, dengesizlik,
sersemlik hali. Bu belirtilerden biri veya birkaçı sizde var ise zaman kaybetmeden
hastaneye başvurmanız, yapılan muayene ve acil müdahale sonucunda belirtilerin
vücudunuzda kalıcı olmasını engelleyebilir.
İNMEDEN KORUNMAK İÇİN
NE YAPABİLİRİZ?
Egzersiz yapmayı bir yaşam biçimi haline getirin, bol bol su için. Su içmek özellikle
45 yaşından sonra inme riskini azaltan basit bir önlemdir. Sigarayı bırakın.
İçenlerde inme riski içmeyenlere göre 2-3 kat daha yüksektir. Az tuzlu, doymuş
yağdan fakir diyete başlayın. Kan basıncınız yüksek ve tedavi görüyorsanız
kontrollerinizi aksatmayın. Eğer damarsal bir hastalığınız varsa her sene
check-up yaptırın.
FELÇ TANISI VE TEDAVİSİ
Felç, kas fonksiyon kaybının açık olduğu durumlarda kolay
teşhis edilir. Tanımlamanın daha zor olduğu durumlarda tanı X ışınları, BT (
bilgisayarlı tomografi ), MRI ( manyetik rezonans ) taramaları veya diğer
görüntüleme yöntemleri ile konulabilir. İnme mutlaka hastaneye başvurmayı
gerektiren acil bir durumdur. Hastanede hayati fonksiyonlar stabil duruma
getirildikten sonra bir an önce rehabilitasyon tedavisine başlanılması gerekir.
REHABİLİTASYON
TEDAVİSİ NEDİR?
Rehabilitasyon tedavisinin amacı felç geçiren hastaya bir an
önce kaybettiği hareket yeteneğini ve kas gücünü tekrar kazandırmak, günlük
yaşamda bağımsız olmasını sağlamaktır. Hastanın yeniden yürüyebilmesi, felçli
elini ve kolunu kullanarak günlük işlerini yapabilmesi, konuşma bozukluğunun giderilmesi, hareketsiz kalan eklemlerinde kireçlenme ve
kaslarda sertleşme gibi sorunlara engel olunması, yatak yaralarının önlenmesi,
hastanın günlük yaşantısında kimseye ihtiyaç hissetmeden hareket edebilmesi, sosyal yaşantısına tekrar kavuşması, rehabilitasyon tedavisinin temel amaçlarıdır.
REHABİLİTASYON
TEDAVİSİNİ KİMLER UYGULAR?
Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı doktor, Fizyoterapist-
Rehabilitasyon hemşiresi, iş uğraşı terapisti, Psikolog, Dil – Konuşma
terapisti – Ortez ve protez teknisyeni – hasta ve ailesi. Fizyoterapist felç
geçiren bir hastanın vücudunu hareket ettirebilme yeteneği ile ilgili (örneğin;
yatakta oturma, ayağa kalkma, oturma, yürüme veya merdiven çıkma) terapiler
düzenler. Hastaların fonksiyonel hareketliliğini yeniden sağlamak için çeşitli
tedavi tekniklerinden faydalanır. Fizyoterapist çeşitli teknikleri ve yardımcı
araç, gereç ve cihazları kullanarak hastanın günlük yaşam aktivitelerinde
mümkün olabilecek en yüksek seviyedeki bağımsızlığını sağlamak üzere çalışmalar
yapar. Fizyoterapi mümkün olduğunca fazla hareket ve kas kontrolü kazanılmasına
yardımcı olur.
KİMLERDE RİSK DAHA
YÜKSEK?
Hepimizin anne karnında başlayan ve değiştiremediğimiz (yaş
– aile öyküsü – cinsiyet – yaş) özelliklerimiz vardır ve bunlar felç geçirme
riskimizi etkileyebilir. Bunlar bizim değiştiremediğimiz etkenlerdir. Ancak bunların dışında kalan yüksek tansiyon,
diyabet, sigara – alkol kullanımı, şişmanlık, hareketsiz yaşam değiştirilebilir
risk faktörleridir.
Dünyada büyük bir korku başlatan koronavirüs salgını, bir müddet de olsa doğanın kendi halinde kalmasına imkan vermişti. İnsanlar evlerine girince, ozon tabakasındaki yırtık bile kendi kendini tamir etmeye başladı. Yunuslar boğaza kadar yüzmeye geldi.
Günlük hayatta, bilimsel bilgi eksikliğinden kaynaklı
hijyenik olmayan bazı etkinlikler veya beşeri faaliyetlerin çevrede oluşturduğu
zararlar var.
Kirlenen su kaynakları, kültürel diyet alışkanlıkları, aşırı
avlanma nedeniyle doğada oluşabilen dengesizlikler bunlardan bazıları.
Mesela dünyanın bir bölgesinde insanların tüketimi nedeniyle
kurbağa nüfusu azalıyorsa, kurbağaların tükettiği böcekler ve sinekler artıyor
ve insanlar bu sineklerin taşıdığı hastalıklara maruz kalabiliyor. Dengenin
kaybolduğu benzeri senaryolar sonucu sıtma, sarıhumma ve uyku hastalığı gibi
salgınlar ortaya çıkabiliyor.
Yıllardır süregelen bir iklim krizi ile boğuşuyoruz.
Kutupların ve kutupta yaşayan canlıların hâli, Amazon Ormanları, okyanuslar ve
daha dünyanın birçok doğa harikası yok olmakla karşı karşıya. Ama hepimizin
atladığı bir şey var. İklim krizini biz kendi elimizle yarattık.
Yaşam bir döngüdür ve doğa ile iç içe olmayı gerektirir.
Merhum ozanımız Âşık Veysel’in türküsünde söylediği gibi ‘Benim sadık yârim kara
topraktır.’ Toprak hepimiz için kutsaldır çünkü verendir ve geri alandır. Bunu
hiç unutmamak lazım.
Lafı çok dolaştırdık, başlığımızda vurguladığımız alana
direkt olarak gelirsek; medeni bir şekilde yaşam sürmeyi beceremeyen
bazılarımızın kirlettiği doğa bize çok kızıyor. Şu normalleşme süreci
başladığından bu yana parklar ve bahçeler yine insani ! pislikler ile doldu.
Çekirdek kabukları, sigara izmaritleri, boş şişeler, tenekeler, petler vs…
Doğaya plastik atan ayı, çitlediği çekirdeğin kabuğunu
masaya atan sığır, içtiği şeyin şişesini ormana atan domuz, kağıt parçalarını
sağa sola atan köpek gördünüz mü hiç? Göremezsiniz, onlar insan değil…
Bir üst satırda bahsettiğim olumsuzlukları yapanlar nasıl
bir hayvan türü sizce? Hem teknolojinin imkanlarından fazlasıyla yararlanan hem
de ehlileştirilememiş bir canlı türü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, TRT’de
yaptığı söyleşide, “Sağlık turizmiyle mevsimlik turizmdeki açığımızı
kapayacağız.” dedi.
Bu sözlerin Kütahya açısından çok
iyi değerlendirilmesi ve dikkate alınması gerektiğini yine yazacağım.
Daha önce de yazdığım “Bacasız Fabrika” başlıklı yazımda, turizm için herkesin kolları sıvaması gerektiğini belirterek, “Turizmcilik yaptığım için bu konunun güzelliklerini ve getirilerini çok iyi biliyorum. Kütahya’nın termal kaynakları, tarihi değerleri, kültürel birikimleri ile şu anda turizm için çok değerli altyapı oluşturmakta olmasına rağmen maalesef değerlendiremedik.” demiştim.
“Kaplıca sularımızın İstanbul
üniversitesi, Tıp Fakültesinde Tıbbi Çevre Bilim ve Hidroklimatoloji tarafından
yapılan tahlillerinde termomineral su ve tıbbi çamurların yanı sıra,
karbondioksit, radon, hidrojen sülfür gibi gazların, güneş ışığı, oksijen ve
ozon gibi atmosferik unsurların insan organizması üzerindeki etkileri incelendi.
Bunların yararlı etkilerini,
sağlığı koruma ve geliştirme, hastalıkların tedavisi ve iyileştirme amacıyla
yararları raporla bildirildi.
Yani, başkalarının ezbere konuşması ile değil, tıbbi raporlar ile kaplıcalarımız tescillenmiş oldu.
Çavdarhisar Aizanoi, Frig Vadisi,
Çavdarhisar Kalesi gibi tarihi mekânlarımız, kuruluştan kurtuluşa
Domaniç-Dumlupınar, eski evlerimiz ve konaklarımız ile başlı başına bir tarihi
bünyemizde bulundurmaktayız.
Çini- seramik ve porselenin merkezi, oyacılık ve milli kıyafetlerin en rağbet gördüğü kent olduğumuz halde yeterince bu imkânlardan yararlanamamaktayız.
Kış sporları için müsait olmamıza
rağmen hiç düşünülemeyen daha birçok imkânımızı maalesef görmemezlikten
geliyorduk diye yazmıştım.
Bilinçli çalışmalarla Kütahya, bu
değerleri ile mutlaka yükselişe geçecektir.
İdari ve siyasi yetkililerin
dışında, Ticaret ve Sanayi Odası, Ticaret Borsası, Esnaf Odaları Birliği ile
sivil toplum kuruluşları kolları sıvamalılar diye düşünüyorum.
GAZETECİ – YAZAR İHSAN TUNÇOĞLU yenikutahya.com için kaleme aldı…
Geçtiğimiz
günlerde, Kütahya Valiliği resmi Twitter hesabından “Sultan 2. Abdülhamid
Han’ın Yıldız fotoğraf koleksiyonundan, Kütahya Hamidiye Camii (Yeşil Camii)
ibareli fotoğrafların paylaşımı yapılmıştı.
Öncelikle
belirtmeliyim ki 1905 yılında caminin açılış töreni (küşad)
yapılmış; aradan geçen 115 yıldan beri “Yeşil Cami” olarak anılan ve benimsenen
güzel bir eserdir. Caminin hiç bilinmeyen “Hamidiye” isminin önce yazılıp, bir
asırdan beri halkın konuştuğu Yeşil Caminin parantez içine alınması doğru bir
anlatım değildir. Doğru yazılımı: Yeşil Camii (Hamidiye Camii) olmalıydı. Ancak
bunun üzerinde duracak değilim.
Esas temas
etmek istediğim, valiliğin bu twitine bir vatandaşın verdiği cevaptaki önerisi.
Vatandaş “Ben Hamidiye adını hiç duymadım ama, madem durum böyle, öyleyse caminin
önüne “HAMİDİYE CAMİİ” tabelası asmakla işe başlıyalım” diyor.
Vatandaşı
böyle düşünmeye sevk eden 115 yıldan beri bilinen, adıyla Yeşil Cami yerine ön
plana çıkartılan “Hamidiye Cami” yazılmasıdır. Valilik böyle bir vurgulama
yapınca vatandaşın da bu anlatıma uygun görüş bildirmesi belki mantıklı ama katılmıyorum.
Ne var ki twit,
insanların böyle düşünmesine ortam hazırlamış. Bu twit metninin kasıtlı
olduğunu hiç sanmıyorum, ama paylaşımların daha dikkatli ve özenli olması
gerekir kanaatimce.
Vatandaşlarca
caminin Sultan 2.Abdülhamid Han tarafından yaptırıldığı ve O’nun adının
verilmesi gerektiği gibi algılanmış bu twit nedeniyle.
Oysa benim güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilere göre, Sultan 2. Abdülhamid’in parasal desteğinden hiç bahsedilmiyor. Kaynaklara dönelim yine. Bakın dönemin mali işlerden sorumlu memuru Yesari Rıza bey ne diyor: “Yeşil Cami, Mutasarrıf (Vali) Ahmet Fuat Paşa’nın bitmez, tükenmez gayretleri ve Kütahya halkının yardımları ile yapıldı” diyor.
Giritli
Ahmet Fuat Paşa, 1893 – 1908 yıllarında 15 yıl boyunca valilik yapmış, hükümet sarayı
(bugünkü adliye sarayı) dahil bir çok eserlere ve hizmetlere önderlik etmiştir.
Araştırmacı
yazar merhum Mehmet Dumlu Hoca, Yeşil Cami’de yıllarca din görevlisi olarak
hizmette bulundu. Nice din alimlerini davet etti. Yeşil Cami’yi gezdirdi, rehberlik
etti, bilgiler verdi.
Bu
satırların yazarı ve Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olarak, Birlik Tv (BTV)’de Mehmet
Dumlu Hoca ile yıllarca programlar yaparak Kütahya’nın kültür, sanat ve manevi
değerleri ile gönül sultanlarını tanıtan çekimler ve araştırmalar yaptık.
Hiçbir zaman “Hamidiye” adı geçmedi.
Hemen söylemeliyim
ki caminin adının değiştirilerek “Hamidiye Cami” tabelası asılsa bile problem değil benim için, rahatsızlık da
duymam, itiraz da etmem. Ben gazeteci – araştırmacı olarak doğruların
peşindeyim.
Ancak şunu
da belirtmeden geçemeyeceğim, yüzyıldan fazla bir süreden beri halka mal olmuş
isimler, resmi merciler tarafından değiştirilip, yeni isimleri ile tabela
asılsa da; eğer, halk benimseyip, kabullenmezse,
bu kararlar sadece kağıt üzerinde kalıyor.
İşte size
somut bir örnek: Altıntaş’ın “Keçiller”
isimli köyü. Bazı çok bilmişler (!) tarafından “Yeşilyurt” olarak ismi değiştirildi.
Köyün giriş – çıkışlarına yeni ismiyle tabelalar asıldı. Ben de Saraycık köyüme
giderken, bu köyden geçerim. Aradan yıllar geçti. Ama halkın çoğu hala eski
ismiyle “Keçiller köyü”diye konuşuyor.
Bu ismi
değiştiren yetkililerin bilmediği bir şey vardı. Keçiller ismi “Orta Asya’dan
gelen Türk boylarından, Karakeçili aşiretinden” kaynaklanmaktadır.
Sultan 2. Abdülhamit
başta olmak üzere; bazı padişahlar, güvendikleri için Keçiller köyü ve Karakeçili
aşiretinden, “koruma bölükleri” oluşturmaktaydı.
Sonuç
olarak, halkın benimsediği isimlerin yerine, “ben yaptım oldu” mantığı ile yeni
isimler verilip de tabelalar asılırsa, bir işe yaramıyor…
Türk
Basınının duayenlerinden, değerli abim Yavuz Donat’ın SABAH Gazetesindeki VİTRİN
köşesinde; Adnan Menderes hakkındaki çok çarpıcı ve gerçekleri ortaya koyan
güzel bir yazısını okudum. Yavuz Donat üstadın, köşesinde yer verdiği dönemin gazete
kupürleri arasında, 28 mayıs 1960 tarihli Yeni Sabah Gazetesinin manşeti “ Menderes yakalandı” diyor, manşet altındaki ara başlık dikkatimi çekti, diyor ki
“Adnan Menderes, Kütahya Yolunda çalılıklar arasında saklanmaya ve kaçmaya çalışırken
yakalandı…” Yuh ki, yuh…!
Merhum Adnan
Menderes, 27 Mayıs 1960 günü çok sevdiği ve minnettar olduğu Kütahya’ya sabah
erken saatlerde gelmiş ve Hükümet Sarayında (Bugünkü Adliye Sarayında)
dinleniyordu. Hemen akabinde ise darbe haberi geliyor. Hava Tugayı (Tayyare
Alayı) Komutanı, Hükümet Sarayına gelerek, “Sayın Başbakanım, uçakla
istediğiniz yere naklinizi temin edebilirim” diyor. Yani “sizin kaçmanıza yardım
edeyim” diyor kibarca. Menderes cevap veriyor: “Ben milletimizin
ordusundan niye kaçayım ki? Albayım, bu nazik davranışınıza çok teşekkür
ederim” diyerek reddediyor.
Merhum
Menderes ve beraberindeki protokol mensupları, Hükümet Sarayının
merdivenlerinden bahçeye iniyorlar. Bu sırada Kütahyalılar evlerinin
balkonlarından ve pencerelerinden Menderes’e tezahüratlar yaparak, el
sallıyorlar. Menderes de karşılık olarak, dakikalarca el sallıyor ve adeta “elveda”
diyor.
MERHUM
MENDERES KÜTAHYA’YA NEDEN MİNNETTAR KALMIŞTI?
1946 yılında
DP’nin girdiği ilk genel seçimlerde, Aydın’dan milletvekili seçilemiyor. ( O
zamanki seçim sistemine göre iki ayrı ilden aday olmak mümkün oluyordu.) “Kendi
memleketimden seçilemediysem, Kütahya’dan hiç seçilemem” diye düşünüyor ve
adeta yıkılıyor, kahroluyor. Ancak tam bu moral bozukluğu esnasında “Kütahya’dan milletvekili seçildiği” müjdesi
geliyor. Bu müjde Merhum Menderes’e önce TBMM yolunu ve başbakanlığa giden yolu
açıyor.
Kaderin
garip bir cilvesi olsa gerek; kendisine 1946’da başbakanlık yolunu açan Kütahya’da,
27 Mayıs 1960’da başbakanlığı sona eriyordu.
“ÇALILIKTA SAKLANMAYA VE KAÇMAYA ÇALIŞIRKEN YAKALANDI” HABERİ YALAN
O dönemde kendisi
hakkında çok dezenformasyon ve iftiralar atıldığını bugün artık bilmeyen yoktur
herhalde. Demokrasi şehidi Adnan Menderes, bırakın saklanmayı, kaçmayı; gayet
rahat, alnı açık, başı dik, kendine güvenen, sakin bir tavır içinde
beraberindekilerle birlikte Hükümet Sarayının bahçesine iniyor.
Bu esnada
Eskişehir Bölge Sıkıyönetim Komutanı Albay Muhsin Batur geliyor ve kendisini
teslim alarak, Tugay Havaalanından uçakla Eskişehir’e götürüyor. (Muhsin Batur
daha sonraki yıllarda Hava Kuvvetleri Komutanı olmuştu.)
Yukarıda
ifade etmeye çalıştığım hüzün dolu bu olayı bana anlatan bir abimiz, sanki o
günleri tekrar yaşıyor gibi gözlerinden yaşlar süzülerek konuşuyordu. Olaya
bizzat tanık olan abimizden dinlediğim bu dramatik anekdotu “Dünyada İlk’ler ve
Sırlar Kenti: KÜTAHYA” adlı kitabımın 1.ci ve 2.ci baskılarında yazdım.
Ayrıca merhum
Menderes’in başbakanlığı döneminde, kendisini ziyarete giden ve isteklerini
bildirmek isteyen Kütahya heyetinin “trajikomik, yaşanmış gerçek bir hikâyesini”
de kitabımda anlattım. Bu olay aradan geçen uzun yıllara rağmen kulaktan kulağa
bugün bile hala “kara mizah” tarzında anlatılır.
Merhum
Menderes’in Kütahya’ya kazandırdığı sanayi kuruluşları ile minnettarlığını
gösterdiğini de yine kitabımda dile getirmeye çalıştım.
Demokrasi
şehitlerimiz Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’yu saygıyla, şükranla
anıyorum.
Bugün 23 Nisan 2020. Milli bayramlarımızdan egemenliğimizin,
bağımsızlığımızın ve TBMM’nin açılışının 100. yıl dönümü ve aynı zamanda “AYLAR
SULTANI” RAMAZAN Ayı’nın arifesi. Şükürler olsun rabbime ki, iki mutluluğu da
bu aziz millete yaşatıyor elhamdülillah. Tüm milletimizin bayramını kutlar ve
tabi ki yarın başlayacağımız, ibadetlerin doruğa çıktığı, yardımlaşma, bolluk
ve bereket ayı Ramazan-ı Şerif’inizi tebrik ederim. Rabbimden cümlemizi Kadir Gecesi’ne
ve Ramazan Bayramı’na sağlıkla ulaştırmasınız dilerim.
Bu bayram, çocuklarımız sağlığımızla ilgili olağanüstü durum nedeniyle
bayramı evlerinde kutlayacaklar. Ramazan Ayı da diğer yıllara göre tüm ülkede
olduğu gibi şehrimize de boynu bükük geliyor. Bu yıl camiler cemaatsiz, iftar
sofraları misafirsiz olacak. Biz biliyor ve inanıyoruz ki her şey rabbimizin
izni ve keremiyledir. Bu ramazan bir başka güzel olacak. Çünkü teravih
namazlarını evlerimizde çoluk, çocuk aile cemaatiyle kılacağız. Neyse… Aşık
Yunus misali, “MEVLAM NEYLER, NEYLERSE
GÜZEL EYLER” deyip, gelin şöyle geçmiş yıllara, çocukluk yıllarımızdaki
ramazanlara nostaljik bir gezinti yapalım.
Bizlerin çocukluğunda ve geçmiş yıllarda ramazan heyecanı üç ayların
girmesiyle başlardı. Günler öncesinden gelen ağır ve bereketli misafir için,
evlerde ve camilerde günler öncesinden ramazan temizlikleri yapılırdı. Ramazanda
tok tutması için yufkalar açılır ve çeşit çeşit soğukluk hoşaflar kaynatılırdı.
Bunlardan en güzelleri de bilhassa gün geçtikçe unutulan şehrimize has “hekmane
eriği” ve “cücem eriği” hoşafı ile erik pestilleriydi.
Ramazan ayı geldiğinde esnafın bazı kesimlerinde bir mahmurluk yaşanırdı.
Haliyle teravih namazı, sahur derken sözüm ona dinlenmeye pek zaman bulamayan
esnafımız, dükkanları geç açardı. Sizin anlayacağınız, resmi kurumlar olsun,
esnaf olsun ramazanda işler rölantiye alınırdı. (Hoş bu sene de esnafımızın
büyük bölümünü bir virüs belası tam rölantiye aldırdı.)
Şehrimizde her mahallede olduğu gibi bizim mahallemizde de ramazan ayı
bir başka güzellikte yaşanırdı. Gündüzden bazılarımız (genelde de yaşı küçükler)
çift oruç tutar, öğleye bir tutar bir şeyler atıştırır, sonratekrar devam ederdi.
Bu aslında ailelerin bir nevi çocukları oruca alıştırma çabalarıydı. Gündüz
iftarcılardan alınan rengarenk iftarlık pembe boyalı tabancalar ve sekiz
şeklindeki tatlı hamurlar özenle akşama iftara bekletilirdi. Akşam iftar vakti
yaklaştığında sokaktaki tüm arkadaşlarla birlikte yüksek bir yere çıkardık.
Ellerimizde siyah renkli mantar tabancaları… Bir tel parçasını daire yapıp
her iki uç arasına mantarı yerleştirirdik. (bazen bu işlemi yaparken mantar
elimizde parlar, küçük tehlikeler de atlatırdık) Elimizdeki mantarlı teli atmayı
beklerken, gözlerimiz de hisardan atılacak ramazan topundaydı.Top ha attı,ha
atılacak… Ama bir türlü patlamaz ve biz çocuklarda başlardı bir sabırsızlık. Başlarız
avazımız çıktığı kadar şu maniyi söylemeye (güya topçu duysun diye çocuk aklı
işte) ” TOPÇUUU TOPUNUU ATA-MII-YOO, HELVACI KIZINII SATA-MIII-YOO”…
Maniyi tekrarlar dururduk. Sonra da vakit gelirdi… İlk önce hisar burçlarını
mavi bir duman kaplar ve bir kaç saniye sonra müthiş bir patlama olur… Camilerin
minarelerinin lambaları yanar, alel acele akşam ezanları okunurken, biz
çocuklar da başlardık mantar tabancalarının tetiğine basmaya… Bazı arkadaşlar
da telin iki ucu arasına sıkıştırdığı mantarı fırlatıp atar, parlatırdı.
Çocukluk işte… Topu duymayan konu komşuya, topun atıldığını patlattığımız
mantarla haber verirdik. Vazifemizi yapar ve gündüzden aldığımız iftarlıklarla
iftarımızı açardık.
Hey gidi günler, geldi geçti…
Seyr-ü seferimizden bugüne dönersek… Ramazan ayı ne bereketlidir, ne
hoştur… Her akşam çoluk çocuk bir sini, bir tabla ya da bir masa etrafında
toplanıp sofra duaları edilir. Yaratana verdiği nimetlere karşılık şükür duaları
ve besmeleyle açılır oruçlarımız. Ne mübarektir şu ramazan… İftar sonrası
evdeki büyüklerle kılınan akşam namazlarına, bu sene rabbim izin verirse
teravih namazları da ilave olacak. Bir sonraki yazımızda ramazan adetleri ve
özellikle de Kütahya’mız ramazanlarına has “KÜPECİK”te buluşmak üzere.
Ramazan’ı Şerif’inizi tebrik eder, hayırlara vesile
olmasını niyaz ederim.
Gazeteci – Yazar Mehmet Yaylıoğlu, Kütahyalı iş insanı Rıza Güral’ı kaleme aldı…
İş insanı Rıza Güral, 1941 yılında Kütahya’da doğdu. Çalışma
hayatında neredeyse 60 yılı geride bırakan Rıza Güral, Gürallar Grubu Yönetim
Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.
Kendisi ile işimiz gereği toplantılarda ve benzeri yerlerde bir
araya gelme şansını yakalamak, benim için gerçekten onur verici bir durumdur.
Çünkü kendisinin üretici bir yapıya sahip oluşu, ömrünü iş hayatına adayışı, iyilik
yapmayı bir vazife bilmesi ve en önemlisi de tüm sahip olduğu maddi güce rağmen
aşırı derecede mütevazı oluşu beni böyle düşünmeye sevk etmiştir.
Rıza Güral’ın yaptığı yardımları buraya yazsak birincisi yer
almaz, ikincisi de kendisi buna fena kızar. Ama son yaptığı iyiliği kaleme
almamız diğerlerine örnek olması açısından fevkalade önemlidir.
Rıza Güral, bir vesile ile yaptığı açıklamada, “Olağanüstü
bir süreçten geçiyoruz. Bu süreç içinde millet olarak dayanışma içinde
olmalıyız. Devletimizin yanında olmak ve destek vermek hepimizin görevidir. Biz
5 bin aileye 200 TL’lik alış veriş edebilmeleri amacıyla 1 milyon TL tutarında
yardımda bulunuyoruz. Erzak çeklerini Kütahya Valiliği’ne teslim ettik”
şeklinde konuştu.
Haberi sitemizde yayınladığımız andan itibaren yaklaşık 40
bin kişi okudu ve yüzlerce paylaşım aldı. Binlerce beğeni ve yüzlerce yorum
haberin vatandaş nezdinde ne kadar kıymet arz ettiğine delildir.
Yazımın başlığında da söylediğim gibi Rıza Güral olmak kolay
değil. Yetiştirdiği mütevazı evlatları başta olmak üzere himayesindeki binlerce
çalışanıyla ve tabi ki sevgili eşi Yıldız Güral hanımefendi ile birlikte
koskocaman bir ailenin adıdır Rıza Güral. Allah bu güzel beraberliği daim
etsin.
Ülkenin ne zaman yardıma ihtiyacı olsa Rıza Güral ve
ailesini orada görürüz. Hani derler ya iyi günde de kötü günde de hep kolları
sıvamış olarak görürüz bu aileyi. Görev gelecek diye beklemezler, hemen
durumdan vazife çıkarırlar.
Oğlu Erol Bey ve kızı Esin Hanım da Rıza Bey gibi hem iyiliksever
hem de mütevazı kişiliğe sahipler. Kütahya’da okuttukları yardıma muhtaç
öğrencileri yakından biliyorum.
Tebrikler Rıza Güral… Allah sağlıklı ve hayırlı ömürler
versin…
“Koronavirüs gelip sizi yakalamaz, siz koronavirüse gidip maruz kalırsınız.”
Son günlerde TV’lerde, sosyal medyada ya da her yerde bu cümleyi duymuşsunuzdur. Buna rağmen halen “yav bana bişey olmaz” deyip gezen cahillerle nasıl mücadele edeceğiz bilemiyorum.
Dünyada koronavirüs ile mükemmel bir mücadele içine giren yegâne
ülke Türkiye Cumhuriyeti oldu. Daha Ocak ayında bu virüs ile ilgili önlemleri
almaya başlayan TC Sağlık Bakanlığı, gerçekten çok iyi önlemler almış. Sağlık
Bakanı Dr.Fahrettin Koca hocamızı yürekten kutluyor ve kendisine minnettar
olduğumuzu arz etmek istiyorum.
Dünyada yatak sayısı bakımından (yoğun bakım) Amerika, Almanya,
İngiltere, İtalya, Japonya ve Çin’i dahi
geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti, bu salgın için alınabilecek her türlü
önlemi zamanında aldı. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekten oturmuş bir sağlık
sistemi var. Bunu söylememiz gerekiyor.
Ve fakat; tüm bu önlemleri alabilen TC Sağlık Bakanlığı bir
konuyu es geçmiş. O konu ne derseniz tek kelime ile açıklayabiliriz; cehalet…
Ya hu bu virüs salgını için “algı operasyonu” diyenleri duydu bu kulaklar. Ne büyük felaket, ne büyük garabet. Bir virüs salgınına algı operasyonu şeklinde yorum yapabiliyorsa yurdum insanı, cehalet belimizden yukarıya kadar gelmiş demektir. Cehalet gölünde boğulmasak bari.
Alttaki video çok kısa, lütfen izleyin ve ardından yazıyı okumaya devam edin.
Okumuyorsunuz, araştırmıyorsunuz anladık anlamasına da bari
TV izleyin. Millet yalvarıyor size evde kalın, çıkmayın diye. Sizin saatli
bomba gibi caddelerde ya da AVM’lerde fink atmanız yüzünden vaka sayısı
arttıkça artıyor.
Kırın dizinizi de evde oturun. Diyanet işleri başkanı da
size seslendi, kul hakkına girersiniz dedi. Bilim insanlarına inanmıyorsunuz
tamam, bari Din İşleri Yüksek Kurulu sizi durdursun. Abi 2-3 hafta evden çıkmayıverin
ne olur?
Cahile laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur, vesselam…
Evet, bundan 60 – 70 yıl önce bu şehirde TELLALLAR vardı.
Benim çocukluk ve gençliğe geçiş yıllarımdan hatırladığım tellallar
bulunuyordu.
Tellal Arapça kökenli bir kelimedir. Anlamı, herhangi bir
şeyi, olayı veya bir şeyin satılacağını halka duyurmak için çarşıda, pazarda
yüksek sesle bağıran kimse, çağırtmaç. Bu konuda o yılları yaşayan kişilerden
öğrendiklerimi ve kısa araştırmamı, bugün kaleme almak istedim. İnşallah
ilginizi çekeceğini umuyorum.
***
Şehirde üç tip tellal vardı. Bunlardan ilki cenaze ilanı
okuyan tellallardı. Vefat eden bir kişiyi halka duyuran tellallardı. 1970’li
yılların son çeyreğine kadar bir cenazeniz mi var, esnafsınız yeni bir malınız
mı geldi? Veya indirimli bir mal ve eşya mı satacaksınız? Bu gezici tellallar
vasıtasıyla duyurulurdu. Hayal meyal hatırlarım. Bu şehrin benim bildiğim iki
tellalı vardı. Birisi Yeni Mahallede hem manavlık yapar, hem de ücret karşılığı
tellallık yapardı. Bir diğeri de aşağı hisarda ikamet eden tellal Yetim Memet
idi. Bunların eline duyurulması istenen yazılı kâğıt verilir. Çarşı, pazar her
köşe başında yüksek perdeden ilana başlardılar. İşte o yılları yaşayan bir
büyüğümüzün bilgisine başvurduğum Ölüm ilanı metni “ Sevap hacetlik öğlen vakti
Ulu Camiine filan, filan oğlu veya kızı, hanımı veya kendisi meyyit namazına
hazır olun. Cenazesi hıdırlık, ahırbasan (yerel şiveyle) , ahievran veya
Sultanbağı mezarlığına defnedilecek. Allah rahmet eyleye der.” Şehir
merkezindeki aşağı çarşı başta olmak üzere, bütün çarşıyı aynı şekilde dolaşır
vatandaşlara cenaze ilanını duyururdu. Bugün artık bu tür ilanlar belediyenin
yayın bürosundan telsiz mikrofon ve kablosuz hoparlörlerinden vatandaşa
iletilmektedir.
***
Bir başka tellal da “ Ezat-Mezat Tellalları” vardı. Bu
tellal belediyede görevli bir memurdan oluşurdu.
Her Cuma günü cuma namazından sonra aşağı çarşıda “küçük
bedestende” vatandaşların ihtiyaç fazlası mallarını, ev eşyalarını saat, halı,
kilim, soba gibi eşyalarını mesela görevli tellala 20 liradan satışa
çıkardığını belirtir. Orada bulunan alıcılarda açık artırma ile fiyat
yükseltirler. En son kim kaç lira verdiyse ve artık başka fiyat vermeyen olursa
görevli tellal satıyorum, satıyorum, saaattım der. Satış biter. Görevli memur
makbuz karşılığı ücretini alır ve kalan para da malı satılan kişiye verilirdi.
***
Bir diğer tellalda “Arasta Tellallarıydı”. Bu tellal da
kavaflar çarşısı (ayakkabıcılar) içinde dolaşır.
Mesela ayakkabı imalatçısı Kavaf Hacı Emin Efendi yeni
ayakkabılar dikmiştir. Arasta tellalını çağırır ve “şu benim 5-10 Çift yeni
ayakkabıyı çarşı esnafına dolaştır bakalım” der. Tellal sırtına aldığı bu yeni
ayakkabıları, kavaflar çarşısında tek, tek dolaştırır. Mesela “Bunlar hacı emin
efendinin imal ettiği ayakkabılar. 5 liradan satışa çıkardı siz kaç lira
veriyonuz.(yerel ağız)” diye tellal her dükkânı dolaşır. En son açık artırmada
ne verildi ise ve diğer bir başka dükkânda son verilen fiyatı söyler. O esnafta
fiyatın makul olduğunu düşünür. Fiyat vermez ise tellala cevabını verir. DOLEŞ
( dolaş git demek) bu en son verilen ücret ayakkabıları imal eden, Emin
Efendiye tellal tarafından bildirilir. Tellal da ayakkabıyı yapan esnafa sorar
“ VEREM Mİ? VERMEYEM Mİ?” “VER OĞLUM”
cevabını alınca, en yüksek fiyatı veren o esnafta ayakkabılar kalır ve
vatandaşa satışa sunulurdu.
Bu unutulmuş nostaljik yazımda bilgilerine baş vurduğum eski
kavaf ve tarihçi Hacı Mustafa Kalyon Bey’ e çok teşekkür ediyorum.
***
Yazımın sonunda değerli dostum Nurullah Özdemir yaşadığımız
bu şehri “Kadim Şehir Kütahya” isimli yeni kitabıyla tanıtmaya çalışmış. Bu
güzel kültür hazinesini kazandırdığı için kendisini tebrik ediyorum.
***
Yine çok değerli büyüğüm kendisinden gazetecik üzerine çok
şeyler öğrendiğim ve Kütahya belediyesinde birlikte çalıştığım, Ahmet
Yaylıoğlu’nun gelini Emine Yaylıoğlu’nun sahibi olduğu yeni bir haftalık gazete,
YEDİ GÜN GAZETESİ şehrimiz yerel basınında yerini almış. Hayırlı uğurlu olsun
inşallah.
Kütahya basın hayatının son 28 yılında fiilen bulunan
bendeniz, bugüne kadar 3 farklı günlük gazete kuruluşunda bizzat bulundum.
1997 yılında Yeni Kütahya Gazetesi’nin kuruluşunda ilk
tecrübemi yaşamıştım. Daha sonra Halkın Gazetesi Kütahya ve Kütahya’da Olay Gazetesi’nin
kuruluşlarında da karınca kararınca katkılarım oldu. Ama ilk göz ağrımız Yeni
Kütahya Gazetesi idi. Yıllardır tekelleşmiş Kütahya gazeteciliğine son vererek,
çok sesli gazetecilik anlayışını ilk kez 1997 yılında kurduğumuz Yeni Kütahya
Gazetesi ile kazandırmıştık. Tek grup gazeteciliğini bitiren devrimci Yeni
Kütahya Gazetesi, 28 Şubat döneminde yazdıklarıyla tarihe geçmiş asil bir
gazetedir.
Yeni Kütahya Gazetesi, 28 Şubat’ın pis fikirleri karşısında
direnebilmiş ve asker postalı ile değil tam demokrasi anlayışı ile yayın
politikasını belirlemiş, kararlı duruşuyla milliyetçi, muhafazakâr ve hatta
sosyal demokratların bile sesi olmuştu.
2018 yılında ticari bir anlaşma sonrasında 21 yıllık gazetemiz
Yeni Kütahya’yı, Kütahya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Erkan Sağlam’ın babası Ziya
Sağlam’a devrettik. Kütahya basınında devrim yapan Yeni Kütahya Gazetesi’ni emin
ellere teslim ettiğimize inanıyorum. Önümüzdeki yıllar bu düşüncemi
kanıtlayacaktır diye umut ediyorum.
2018 yılı Temmuz ayından bu yana gazeteciliği sadece
interaktif anlamda yenikutahya.com haber sitesinde yapıyordum. Basılı gazete
fikri belki de hiç aklımın ucundan geçmiyordu.
17 yıllık gazeteci olan eşim Emine Yaylıoğlu, basılı bir
gazete çıkartmamız gerektiğini söyledi ve ekledi, “çok farklı bir gazete
yapalım, Kütahya gazete okusun” dedi.
Kütahya şartlarında gazetecilik yapmak hem çok kolay hem de
çok zor. Gazete okuma alışkanlığının çok düşük olduğu Kütahya’da, birilerine “ağam-paşam” demeden bu işi yapmak neredeyse
imkânsız gibi görünüyordu. Gazete manşetlerinde “ağam-paşam” diyen hokkabaz
gibi olmaktansa gazete çıkartmamak daha iyi.
Çarşaf deseni gibi saçma sapan fotoğraflar, içinde doğru
dürüst bilgi barındırmayan sözüm ona haberler, yağdanlık gibi olmuş kelimelerle
gazete yapmaktansa hiç gazete çıkartmamak daha iyi.
Kendine topraktan kaleler yapan, oysa çıplak olan krallara
boyun eğmeden, sadece halkın gazetesi olabilmek çok zor olsa da biz bunu başarmak
istiyoruz. Kütahya basınına yeni bir soluk katmak için yola çıkıyoruz.
Gazetemiz Yedi Gün, 6 Mart 2020 Cuma günü ilk sayısıyla
okuyucularına “merhaba” diyor.
İlk sayıda epey eksiğimiz var, kusurlarımız var. Şimdiden bu
eksikler ve kusurlar için sizden af diliyoruz.
Hani bir Türkmen atasözü vardır ya, kervan yolda düzelir…
Biz de bir Türkmen evladı olarak atalarımıza katılıyor ve bu anlayışı
benimsiyoruz.
Bu asil Türk Devletine, Türk Milleti’ne ve Kütahya’ya hizmet edebilmek umudu ile…
Sevgili okurlar. Yaradan Mevla’ya hamdüsenalar olsun ki biz
kullarını bu sene de üç aylara ulaştırdı. Bu üç ayların başı olan Recep ayına
girdik. Bu mübarek ayının ilk Cuma gecesi yani perşembeyi cumaya bağlayan bu
gece hepinizin malumu olduğu üzere REGAİP KANDİLİDİR.
Regaip kelime manası “Cenabı Allah’ın pek çok ihsanı”
demektir. Yine bir başka anlamı da “Güzel şeyler arzu etmek, istemek. Elde
etmeye gayret etmek” anlamına geliyor.
Yazıma böyle güzel temenni ile ve gecenin anlamını arz
ettikten sonra, sizleri yine yıllar öncesine bizim çocukluk yıllarımızda üç
ayların ilk kandili olan, Regaip kandilinin gündüzü ve gecesi nasıl yaşanırdı.
Başlıktaki bu tekerleme “KÂBE, KÂBE AMET ABEE” nereden geliyor. Üç aylarla ne gibi bir bağlantısı var. Araştırmalarıma göre “Bundan 150-200 yıl önce şehrimiz hac kervanları yolu üzerinde olması nedeniyle, Trakya’dan, İstanbul ve yol boyundaki diğer illerden gelen uzun hac kervanları (hacı adayları kendileri ve yüklerini taşıyan deve kervanları) kutsal topraklara dört, beş ay önce yola çıkarlarmış. Hac kervanlarının konaklama yerlerinden birisi de şehrimizmiş. Hacılar kervanları ile ilimizin en büyük camilerinden Ulu Cami civarına gelir burada konaklar ve Cuma namazından sonra kervan Konya’ya doğru yola revan olurken, hacı adaylarını uğurlamaya gelen vatandaşlar ile birlikte gelen çocuklarda hacı adaylarından bahşiş almak için kervanın etrafını kuşatır ve “Kâbe, Kâbe Amet Abe” diye bağırırlarmış. Hacı adayları da yanlarında bulundurduğu bozuk para, şeker, fındık, fıstık gibi çerezleri uğurlamaya gelen halka ve çocuklara saçarlarmış.”
Gel zaman, git zaman bu güzel gelenek bizim çocukluk
yıllarına kadar taşınmıştı. Her sene üç ayların başlangıcı Recep ayının ilk
Cuma akşamı olan Regaip kandili genelde gündüzü oruçlu olarak karşılanır.
Kokusu tüm mahalleyi saran, her evde mis gibi un helvaları, irmik helvaları
basılır. Kandil ekmekleri, bazlama ve pideler konu komşuya dağıtılır. Bu
karşılıklı ikramlarla kandil kutlanırdı. Biz çocuklarda akşama doğru işten
çıkıp, evlerine dönecek olan büyüklerimizin çalışanların yolunu gözleriz
parkta, caddede, sokakta akşam ezanından önce kim işten geliyorsa, etrafını
çevirir ve hep bir ağızdan koro halinde yerel şivemizle başlarız “Kâbe, Kâbe
Amet Abee, Kâbe Kâbe Amet Abee”
O kimsenin etrafında döner dururuz ta ki bahşişi alıncaya
kadar. Zaten o kimse de çocukların akşam yolunu çevireceğini bildiğinden 50
krş., 25 krş, 10 kuruşluk bozuk paraları cebinde hazır bulundurur. Hazırlamış
olduğu bozuk para veya şeker ve çikolataları etrafını saran çocuklara saçarak,
böyle mübarek bir günde onları sevindirmenin mutluluğu ile evine gider.
Burada bende bir çocukluk anımdan bahsetmek isterim. “ Yine
böyle bir Regaip Kandili gündüzünde arkadaşlarla parkın ortasında çarşıdan
gelen yaşlı bir amcanın etrafında yukarıdaki “Kâbe” tekerlemesini bağıra,
çağıra söylüyor ısrarla bahşiş istiyoruz. Yaşlı adam bozuk param yok dediyse
de, çocukluk işte peşini bırakmıyor çekiştirip duruyoruz. O anda fena halde
kızan adam elinin tersi ile öyle bir tokat aşk ediyor ki, yolun kenarına gidip
ağlamaya başlıyorum. O yaşlı adam yaptığının yanlış olduğunu anlıyor ve dönüp
yanıma geliyor. Başımı okşuyor, ağlamamam için beni teskin ediyor. Cebindeki
son bozuk parasını da bana veriyor. Böyle bir kandil gününde bir çocuğun
kalbini kırmanın yanlış olduğunu, anlıyor ve özür dileyerek gönlümü almaya
çalıştığını hiç mi, hiç unutamam.”
Maalesef bir şehrin kültür mirası olan üç ayların gelişini
sevincini yaşayan bu tekerleme ve Ramazan aylarında çocukların küpecik manisini
söylemelerinin bazı çevrelerce ve basın, yayın organlarında çocuklar
dilendiriliyor gibi yoz ve yabani bir düşünceyle şehrimize has bu kültür mirası
yok edilmeye unutturulmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki çocuklara bu özel
tekerlemeleri bu kandil gecesi ve ramazan geceleri haricinde para ile bile
söyletemezsiniz.
Son söz olarak, “bir toplumu yıkmak için önce kültürel
değerlerini yozlaştırmak ve var olan güzellikleri unutturmakla
gerçekleştirilir.”
Üç aylarınızı ve Regaip kandilinizi kutlar, hayırlara vesile olmasını Allah’tan niyaz ederim.